Saturday, May 21, 2011

Güneşi Özleyen Finlandiya



GÜNEŞİ ÖZLEYEN FİNLANDİYA

30 Temmuz 2009

(Rakastan Sinua = Seni seviyorum)
Helsinki havaalanına inince İstanbul’un o kalabalığından sonra acayip bir sessizlikle karşılaşmak çok garip geliyor. Havaalanı olağandan çok fazla sessiz, ahşap tabanlı bir havaalanı görmek ne kadar sıcak bir duygu, daha sonra onca ormanı görünce neden böyle bir döşeme yapıldığını anlamak zor olmuyor. Havaalanındaki durum şehrin habercisi çünkü sokaklarında gezdiğimize sakinlik ilk hissedilen durum, uyuyan bir şehir görünümünde. Sokaklar hemen hemen boş gibi, şansımıza biraz güneş açmış, bu durumdan faydalanmak isteyen birilerini yürürken görüyoruz. Hava çok kapalı yağmur lu ve grinin her tonunu görmek mümkün, sokak aralarında evler bitişik ve kalın duvarlı binalar ama yeni yerleşim yerlerindeki yapılan farklı; her yeri cam kaplı ve güneşin ışık ve ısısından bir buse almak için hazır bekleyen kucağını açmış anneler gibi binalar. Alanlarda genç insanları da nihayet görmeye başlıyoruz. Sohbet ve gülüşme sesleriyle şehrin uyandığını yok sa uykuda iken konuştuğunu bilmem ama biraz ses bize de canlılık getiriyor. Finlandiya’nın eski adı Soumi. Tarihinin acılı ve zor geçtiğini söylüyor rehberimiz Orhan Bey, İkinci dünya savaşında Ruslara büyük bir tazminat ödemek zorunda kalmışlar. Ama bu kadar tazminattan sonra bile nasıl olmuş bilinmez oldukça refah düzeyi iyi bir ülke haline gelmiş. Ülkede Sauna kültürü çok gelişmiş. 5,5 milyonluk şehirde 2,5 milyon sauna varmış. Uzun kış gecelerini telafi etmek için bağışıklıklarını güçlendiriyorlar.
Hemen her Fin’li desinatördür diyor rehber; gerçekten de mağazalardaki her çeşit nesnedeki dizayn çok ergonomik ve şık. Hemen herkes dizayn atölyelerine sahipmiş.
Benim gibi toz alerjisi olan biri için otel odası zemini kimyasal maddelerle cilalanmamış tahta olması ve halı ile kaplı olmaması harika bir durum. Dışı ayna görünümünde içi ütü araç-gereçlerinin konulduğu duvar dolabı da oldukça ergonomik ve ekonomik bir görev üstlenmiş. Çarşaflar kimyasal kokmuyor, musluktan akan su çok lezzetli. Daha da inanılmazı banyolarında taharet musluğu var; tevekkeli Finlerin Türk oldukları söyleniyor. Her millette bir Türklük aradığımdan değil ama bazı Finliler evlerine ayakkabılarını da çıkararak girdiği söylenince böyle bir alaka ister istemez kuruyorum. Peçeteler recycling ve çok sağlam. 200 bin göl ve bir çok ırmağa sahip olmasına rağmen suyun israf edilmemesi ile ilgili otele “havluları değiştirmediğiniz için teşekkürler” diye not bırakacak kadar tabiat dostu olması inanılmaz hoşuma gitti. Luteryen mezhebindeki Fin’lilerin kiliseleri de İtalya’daki Katolik kiliselerinden çok farklı, resim ve ikonlarla boğulmamış, oldukça ferah, sıkılmadan içeride uzun süre kalabiliyorum. Aydınlık ve sade hatta Turku’da mağara içine oyulmuş kilise o kadar sade ve aydınlıktı ki orgtan gelen tını ile biraz daha içerde kalmak istedik.
Helsinki de daha önce araştırıp, yerini tesbit ettiğim eco shopu bulmak hiç zor olmuyor. Ülkede sadece Turku ve Helsinkide iki dükkan var. Sevimli ve küçük bir dükkan ama Türkiye’deki distribütörüne zorla getirmesi için rica ettiğimiz Vivani çikolatanın nerdeyse tüm çeşitleri mevcut. Finlandiya’nın ilginç jeolojik özellikleri nedeniyle her yıl 7 km2 kara parçası kazanıyormuş (Rehberin dediğine göre). Helsinki granit üzerine kurulmuş bir yer. Bu yüzden alt geçit ve metro gibi ulaşım araçları yapılamıyormuş. Granit ile birlikte, bakır, biraz çinko ve çam -kayın ihraç ediyormuş ama şimdilerde granit azaldığından kendi ihtiyaçları için kullanıyor. Bitki örtüsünde uzun boylu çamlar en geniş yeri kaplıyor, endemik bitki örtüsü pek yok. 188 bin gölü var.
Somali, Irak, İran ve Türkiye’nin güneydoğusundan yoğun göç alıyor ancak % 35-65 vergi alındığından yerli halk göçmenleri istemiyor. Bir polis memurunun maaşı vergiyle birlikte 2500; doktorunki 5000 €. Kışın yolların açık olmasını sağlayan asfaltta rezistans sistemi var ve tabelalarla belirtiliyor.
Finliler, işgalci dürtülere sahip değildir. Kendi yağıyla kavrulan bir ülke diyor rehber. Üretim maliyetleri yüksek olduğu için tarım yapılmıyor, küçük çiftlikler var. Organik çiftlikleri daha çok kuzeyde sanırım, görme şansım olamadı. Şekerpancarı ve patates üretiyor. Bir de kanola bitkisi (katır tırnağının-kolza- ıslah edilmişi) sert iklimlerde yetişebiliyor. Temel gıdalarını AB’nin ortak havuzundan elde ediyor.
170 bin nüfuslu Turku en eski yerleşim yerlerinden biri; düzenli yerleşim İsveç’in istilasıyla gerçekleşmiş. Turku içinde kocaman bir nehir var. 1800’lerde büyük yangınla 800 yıllık yerleşimlerin hepsi kaybolmuş. Ruslar tekrar inşa etmişler şehri. Dünyanın en büyük 2 transatlantiği Turku limanında inşa ediliyor. Şehirde Cuma namazını kılmak için bir cami buluyoruz. Iraklı bir imam, dini açıdan donanımlı bir imam burası için şans diyor rehber. Ama cami özerk değil, bir apartman katında, iç içe girmiş odalardan oluşmuş mekanın kendine has ruhu oluşmamış ama gelenlerin duası içini ısıtmış sanki. İmam, cami için özerk bir yer verilmediğini söylüyor ama mekan mimarisi konusunda Müslümanlar mı zayıf yoksa gerçekten düşmanlığın boyutları mı büyük anlayamıyorum fakat orda namazı iç rahatlığıyla kıldığım bir mekan bulmaktan mutluyum.

Saturday, November 1, 2008

ALAADDİNİN SİHİRLİ LAMBASI YEMEN


Uğruna binlerce şehit verilmiş, türküler söylenmiş, Osmanlı kalelerinin, binalarının sitilinin bolca ama Türklerin azca olduğu bir ülke yemen..
İnsanları binaları ve sokakları ile 100 yıl önce çekilen fotoğraflarından bu yana sanki donmuş gibi kalan bir ülke. Sana’a sokaklarında gezerken tezgahda duran lambayı alsak biraz elimizle oğuştursak lamba cini çıkacakmış gibi duruyor.
Uçağımız 20:30 da idi ama 1 saat gecikmeli kalktı. Saat 2:30'da movenpick oteldeyiz. Güzel henüz çok yeni bir otel. 20 yıl önce her yer yemyeşilmiş,lezzetli yöresel bir çok çeşit sebze meyvenin yetiştiği Yemen'in nüfusu 22 milyon. Çocuk ölümlerine rağmen bu hızla artarsa mevcut su kaynaklarının biteceğini söylüyorlar. Okuma yazma oranı % 40 ama üniversitelerde kız öğrenci sayısı çok fazla. Meyve sebzeler, yerini kat bitkisine bırakmış ve her yer toprak renginde. Kat bitkisinin 1960'larda bir yahudi tarafından getirildiği söyleniyor. Bu bitkiyi ekebilmek için ağaçlarını kesmişler. Aşırı derecede çok su isteyen bu bitki yüzünden su kaynakları da azalmış. Var olan su kaynaklarının % 85’i bu bitkiye ayrılmış. Üstelik bitkinin çabuk büyümesi için pestisit(tarım ilacı) kullanılıyor ve yapraklar iyi yıkanamadığından yapraklarda kalıntı oluşturma olasılığı çok fazla …kadınların kullanması pek hoş görülmediğinden, evlerinde gizlice kat günleri düzenlediklerini söylüyor rehberimiz. Bu kadar yoksul bir ülkede hem kat bitkisini yaygınlaştırmak hem de pestisid satmak tam bir hainlik örneği diye düşünmemek elde değil.. Şu anki hükümet katı destekliyor, çünkü 200 bin dolar/gün kazanç sağlanıyormuş. Muhalefet bu bitkinin yetiştirilmesine ve kullanılmasına karşı aktivitelerde yer alıyor. Rehberimiz İrfan bey, inşallah muhalefet kazanır, bu insanlara yapılabilecek en büyük iyilik bu olacak diyor.
İlginç olan başka bir konu da dağ başındaki yerleşim yerlerine hazır gıdanın getirilip yaygınlaştırılmış olması… Şehir merkezinden çok uzak köylerde okul öğrencilerinin ve bebek yaştaki çocukların ellerinde canlı renklerde ve plastik torbalar içinde içecek ve yiyecekleri görmek şaşırtıcı. Halbuki çocukların ellerinde yöresel gıdaları görmek daha normal bir durum olurdu herhalde. Havaalanına girerken çocuk lösemisi yardım kutuları var. Bu kadar gelişmemiş bir ülkeye gelişmiş ülke hastalığının çok çabuk gelmesinin kaynaklarından birini keşfetmiş oluyorum. Kayalıklardan fırlayan plastik torbalar o kadar çok ki bazen yüzümüze yapışıyor. Modern dünyanın tüm kötü ürünleri bu dağ başındaki çocukları çepeçevre kuşatmış ne yazıkki.. Oysa Sana'a sokaklarında az da olsa muhteşem meyvelerinin sularının satıldığını görmüştüm. Kurulan sokak pazarlarında da çevre köylerden getirilen harika tatta sebze ve meyveler mevcut.
5 tane türk okulu var. Kat kullanmayan yemenli ailelerin çocuklarını kabul ediyor ve kullanmayacaklarına dair sözleşme de imzalatılıyor. Bir de türk üniversitesi var. En iyi ailelerin çocukları bu okullarda okuyormuş.
Eski Sana’a sadece toprak kiremit, balçık ve tahtadan yapılmış gökdelenlerden oluşuyor. Daracık ara sokaklar ve alçak tavanlı küçücük odalar. İnsanlar kıyafetleriyle bu tabloya inanılmaz uyum sağlıyor. Sanki zaman tüneline girmiş gibisiniz. 1700 yıllık bu şehri Unesco görünce şaşkınlığa uğradığından derhal korumaya almış ve "dünyanın yeni harikalar" listesine koymuş. Rehberimiz İrfan Bey "bu ülkeye bu kadar geldim. Ama insanlar mutlumu mutsuz mu çözemedim" diyor. Gerçekten üzerinde tez çalışması yapılabilecek bir ülke Yemen. Hırsızlık gibi bir durum sözkonusu değil. Kaldığımız sürece kavgaya da rastlamadık. Yemenli erkeklerin yabancılara rahatsız edici hiç bir bakışıyla da karşılaşmadık, tersine Türk olduğunuzu söylediğinizde çok dostane kucaklayıcı bir davranış görüyorsunuz. Gözlerindeki muhabbeti görmemek mümkün değil. Hatta arada küçük iltifatlar bile aldığınız oluyor:)Yerel rehberimiz Said efendinin pembe kıyafetimi giydiğim bir gün bugün kraliçe gibi görünüyorsun dediği gibi.. Yakup, çok çekingen ama tertemiz yüzlü, yardımsever bir yardımcı rehber. İtalyanca bölümünde master yapıyor, doktora için İtalya’ya gitmek istiyor ama İtalyan konsolosluğu daha çok kızları seçiyor diyor sitemle. Sorular soruyoruz Yemenle ilgili dikkatlice cevaplar veriyor. Hiç örtüsüz kadın yok Yemen'de. hemen hepsi peçeli. Kıyafetlerin çoğu sentetik. Bu kadar sıcak bir yer için tuhaf değil mi diye soruyorum Yakup'a. Sadece gülümsüyor. Mısır'ın da çok iyi kalitede pamuk yetiştirmesine rağmen her yerde sentetik kıyafetlerin yaygın olması gibi...

İmam yahyanın evi, muhteşem. Sanırım 1000 yıllık bir yapı sonradan eklenen 4 katı da imam Yahya tarafından yaptırılmış, labirentimsi ve bir başkasının izinsiz girdiğinde kesin ölümüyle sonuçlanacak tedbirler alınmış. Mutfağı, banyo gideri, havalandırılması inanılmaz sistematik tasarlanmış. Kendi dönemi için çok zevkli döşenmiş bir mekan. İmam Yahya, Yakup'a göre bir diktatör. Çünkü sadece kendi çevresindekiler hariç toplumun eğitimini yasaklamış. Önceleri Osmanlıya karşı savaşmış ancak sonradan Osmanlının en iyi adamlarından biri olmuş. Hatta işgal edilince bile Osmanlıya bağlılığını bırakmayacağını belirtmiş. Halifeliğin onlara geçmesini istemiş.
Yemen'in heryerinde Osmanlı izleri mevcut. Kaleler, resimler, mimari yapılardaki etki, binlerce türk şehidinin mezarı. Bu kadar bağ varken bu ülkeyle bu kadar uzak olmak anlaşılamayacak bir durum..
Shibam’a geliyoruz. Ülkede Shibam isminde 3 farklı yerleşim birimi var. Bu Sana’a’ya en yakın olanı.. Shibam'da her yer çöp poşetleriyle dolu. Toz çöpler uçuşuyor. Osmanlı, kutsal topraklardan geçen yolları korumak adına buraya gelip Kevkeban'a kale yapmak istemiş ama bu iklime alışık olmadığı için içtikleri su nedeniyle tifoya yakalanmış, sıcaktan bunalınca da kendilerini Kevkaban'a çıkan uçurumdan aşağı bırakanlar olmuş. Yüzbinlerce insan ölmüş… tuhaf oluyorum hikayenin geçtiği yerde olmaktan. Yüzyıllar önce saldırıdan kurtulmaya çalışan Shibam'lılar da uçurum üstüne Kevkeban'a çıkıp yerleşmişler. Evlerin pervazı gümüşten olduğu için güneş vurduğunda yıldız gibi parladığından Kevkeban yani gezegen ismi verilmiş buraya.. çok önceleri çoğunlukla nüfusu yahudiler oluşturuyormuş ama şimdi izlerinden eser yok. Gümüş pervazlar çoktan sökülmüş,artık parlamıyor.
Ordan Thula'ya gidiyoruz. Şehrin daha fazla su kaynaklarına sahip olduğu görünüyor. Ortada Amerikalıların onardığı kocaman bir sarnıç var.Etraf daha temiz gözüküyor, insanların kıyafetleri daha düzgün ve temiz. Sanırım halkın maddi durumu bir parça daha iyi. Heryerde olduğu gibi halk aynı zamanda yapışkan bir satıcı.. Ancak Thula, şimdiye kadar gördüklerimizden daha farklı bir yerleşim yeri.


Habbeba’da dağların o haşmetini seyrediyoruz. Vadi Dahr'ın o muhteşemliğini….
Haccera'da tam uçurumun kıyısına kurulmuş tepedeki mahalleyi. İnanılmaz ince dar sokaklar ve ayağınız kaysa kendinizi 2000 m aşağıda bulacağınız bir yer. Bu dar sokaklarda bir sürü dükkan süs eşyası satıyor. Ortada yapılmış büyük bir cami var içi oldukça temiz ve güzel dizayn edilmiş. Cami avlusunda havuz var. İçeri girenler önce ayaklarını burda temizleyerek girmesini sağlıyor. Yemen'de genellikle camiler evlerden daha temiz. Bu olması gereken bir durum ve çok hoş bir şey ancak keşke heryerde de olsa diyorum kendikendime.. sevgili dostum Hülya ile konuşurken, neden diyorum temizlik eve de taşınamıyor. O da "Türklerde de eve girmiş ama sokağa inememiş diyor":).. evet diyorum çok ilginç… dar sokaklarda gezerken ufaklık Muhammed peşime takılıyor. 11 yaşlarında ve inanılmaz iyi ingilizce konuşuyor. Arada İtalyanca kelimeler de sıkıştırıyor. Nerden öğrendin diye sorduğumda oraya gelen turistlerden öğrendiğini söylüyor. Türklerin mahallesine çok fazla gelmediği için türkçeyi öğrenemediğini yoksa onu da kolayca konuşabileceğini belirtiyor kendinden çok emin bir tavırla. Benim Arapça öğretmenim olmak istediğini söylüyor. Bana da öğretebilirmiş. İnanılmaz bir zeka fışkırıyor o güzel elmas gözlerinden. İrfan bey "bu dahi çocuk ta kat çiğnerse diğerleri gibi olup hayatı sönecek" diyor. Bana cembiye kuşağı satmayı başarınca benim için bir uzun mesai harcayan Muhammed,anında kayboluyor. Artık benimle işi bitmişti çünkü:)

HÜZÜNLER ÜLKESİ BOSNA




Yıllardır merak ettiğim, okul yıllarındaki kahramanım Alija İzzet Begoviç’in diyarına doğru yola çıkıyorum bir Perşembe sabahı. Saat 15.00’de Bosna Havaalanına iniyoruz. Havaalanında bizi Bosna diyanet işleri Türkiye temsilcisi Mirsad Bey karşılıyor. Sarayevo Ilıca semtindeki Bosna oteline eşyalarımızı yerleştiriyoruz. 1 saat sonra Sarayevo`ya doğru yola çıkıyoruz. İlk durağımız Kovaçiç şehitliği; Kahramanımın gömüldüğü yer. Savaşta ölen şehitler için yapılmış, Alija öldüğünde oraya şehitlerin arasına gömülmek istemiş ve kendisi için türbe yapılmamasını ve mezarının üstünün açık olmasını istemiş. Fakat İstanbul Büyükşehir belediyesi, mezarının üzerine yine de hoş bir metalik çatıyla kaplamış. Kabrinin önüne sadece her Bosna şehidin de olduğu gibi bembeyaz minaremsi bir mermer dikilmiş. Mezarı başındaki taşta “Allaha yemin olsun ki asla köle olmayacağız” yazıyor. Mihmandarımız dua ettikten sonra Başçarşı`ya doğru yola çıkıyoruz. Alija ile daha sonra baş başa zaman geçirmek istediğim için yavaş yavaş şehitlikten iniyoruz. Şehitlik içinden küçük ırmaklar geçiyor. Bu sular ülkesine yakışan bir tasarım olmuş diyorum yürürken…




Başçarşı`da gezerken Bursa ya da İstanbul kapalı çarşısında ya da eski Safranbolu çarşısında geziyor gibi oluyorum. Hem dükkânların yapılış biçimi hem yer taşları hem dükkânda satılanlar eski bir Osmanlı Mahallesi gibi. İkindiye doğru çarşıdaki “Cevabzınıca Petica”’da Ćevapčići yiyoruz. Pidemsi bir ekmeğin içine lezzetli köfteler doldurulmuş. Bize yakın bir tat. Ekmek içine doldurulması hem görsel açıdan değişik hem soğumasını engelliyor, çok hoş düşünülmüş. Oradan çıkıp serbest zamanda tekrar Alija’nın yanına çıkıyorum. Sessizce içimden dertleşiyorum “ hayattaki imtihanı zor olanlardan birisin…” onu çok sevdiğimi söyleyip yavaş yavaş Saraybosna’nın üst semtlerine doğru tırmanmaya başlıyorum. Hemen hemen her bir ev nasiplenmiş savaşın çirkin yüzünden delik deşik duvarlar… Ara sokaklar taşlı parke yol. Taşların arasından otlar fırlamış, akşam batarken harika görünüyor... Daracık bir sokak arasında henüz yeni restore edilmiş minicik bir cami görüyoruz. “Džamija Sinan Vojvoda Hatun Porcina Sagradena Srenidam16. Vijela” akşam namazını kılarken inanılmaz bir yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor. Bosna`nın iklimi ilginç. Sabah günlük güneşlik ve acayip sıcakken aniden bir sağanak yağmur başlayabiliyor. Sonrasında tekrar bir sıcaklık ortaya çıkıyor. Camiye demir atıyoruz adeta. Çok az cemaati olduğu için camiler kilitleniyor, dolayısıyla genç imam gelip kapatacağını söylüyor ama sonra yağmurdan dolayı gidemediğimizi gördüğünde istediğimiz kadar kalacağımızı söylüyor. Tekrar Başçarşıya dönüp Gazi Hüsrev camine gidiyoruz. Burası bir medrese ve çarşının tam ortasında bütün güzelliğiyle ayakta duruyor. Yan kapısından çıkıldığında minicik bir çay kafe var. Türk çayı bulunur diye yazılmış. İşleten çok hoş İngilizce konuşabilen tatlı bir hanım. Makbula, kafede 20 gündür Bosna’ya gelmiş bir Türk işçiyle karşılaşıyoruz. Kendini oldukça yalnız hissettiği için “Türk çayı bulunur” levhasını görür görmez girmiş içeri. Bizi görünce mutlu oldu ve bu ülke ile ilgili taze de olsa hissettikleri şeyi anlatmaya başlıyor. Hemen yanı başında savaş gazisi, Makbula`nın dükkân komşusu, Muhammed, resimlerini gösteriyor, savaşta şehit olan abisini de… Yüzünde pırıl pırıl bir ifade var. Sevgili arkadaşım Elif ile bizim için ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz Makbula`nın İngilizceden Boşnakçaya çevirmesiyle.. Muhabbetle bakıyor bize. Tam karşımızda Makedonyalı bir fırıncı, Bosna da yeni bir fırın açmış, üşenmeyip gidip bize açmamsı şeyler pişirip getiriyor. Ayrı yerlerden ama aynı muhabbetle bir araya gelmiş 5 insan. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmadık. Geç saatte otel Bosna’ya geri dönüyoruz.
Bu sabah yolculuk Srebrenica’ya. Yolumuz önce Zvornik`ten geçiyor. Önceden Boşnaklarında yoğun yaşadığı bir yerken savaş sırasında Sırp belediyesi su ve kanalizasyon borularını söküp getirenlere ödül veriyormuş. Boşnakların büyük bir kısmını yok etmişler. İmamı tüm ailesiyle 1 aylık bebeği de dâhil öldürmüşler. Lasenitza`daki tüm camiler yerle bir edilmiş, temelleri de sökülüyormuş yeri belli olmasın diye... Merkezdeki Hayriye Camii onarılarak tekrar açılmış. Camilerle haçların savaşı var burada diyor mihmandarımız. Müslümanlar savaş sonrası cami yapımına çok ağırlık vermişler ve minarelerin uzunluğu normalden çok daha yüksek. Boşnakların geri dönmesi için çok uğraşılıyor ama katliamın yoğun yapıldığı yerlere geri dönüş çok az ve oralara cami yapımına özellikle dikkat ediliyor. Cami olan bir yerde kendilerini daha güvende hissettikleri için geri dönmeleri daha kolay oluyormuş.



Srebrenisa mezarlığına geliyoruz. Şimdiye kadar DNA testi yapılarak kimliği tesbit edilen kabirlerin sayısı karşılıyor bizi 8932… bu noktalardaki sayı değerleri, her 11 Temmuzda yeni bulunan ceset ya da parçalarla doldurulacak. Her birinin ismi yazılmış ve yarım ay şeklindeki isim lahitinde boşluklar bırakılmış. Şehit mezarlıkları bembeyaz dikdörtgen prizma üstüne üçgen prizma yerleştirilerek dizayn edişmiş bir mezar başlığı konuyor. Yeni bulunanlar yeşil tahtalı. Mezarlığın tam karşısında akü fabrikası var. Savaş sırasında BM askerleri kalıyormuş ve 40 bin mülteciden 10 binini alabileceklerini söylemişler sanki koruyacaklarmış gibi. Diğer 30 binini Sırplar otobüslerle taşıyıp öldürmüş. Tarih 11 Temmuz 1994, kampa tüm şehirlerden akın edip gelen Boşnaklar, kötü bir şeyler sezinleyince çoğu erkek dağlara ölüm yürüyüşüne çıkmış, kadın çocuk yaşlı ve erkeklerin bir kısmı kalmış. 11-14 Temmuz arasında sayılı 10 bin kişiyi öldürüp parçalayıp tecavüz edip, işkenceler yapıyorlar. Akü fabrikasında kısa bir film izliyoruz. Hiçbir kanlı sahne konmamış aşırı dramatize edilmemiş, anlayamıyorum bu kadar zalim nasıl olunur, görevi birinin sabahtan akşama kadar tecavüzcü olabilen kişiler, yeryüzünde insan diye nasıl dolaşır. Filmden kulaklarımda kalan kasap gladiçin kendilerinin videoya ya çektiği bir fragmandan 11 Temmuzdaki şu sözleri “bugün Türklerden (Boşnaklara verdikleri ad) intikam alma günüdür”. 3 gün sonunda kampta güya Boşnakları koruyan hollanda askerleri de kendi can güvenliklerini gerekçe göstererek kamptaki herkesi sırplara teslim ediyorlar. Bu insan bozması yaratıklar da kendi ülkelerinde nişana layık görülüyorlar. Beynim uyuşuyor. Ben Boşnakların bu sakin halini anlayamıyorum ama çaresizlikten mi yoksa yorgunluktan mı böyleler diye düşünürken, fabrikadan çıkınca o mezar taşlarından birine sarılıp, günlerce hüngür hüngür ağlama isteği duyuyorum. Tıpkı o gün bu katliamı TV den duyduğumuzda taksim alanında önceden tasarlanmadan binlerce insanın toplanıp ağladığı gibi. Yolda giderken Nihat Genç’in 7 yaşında tabutunu taşıdığı Nihada’ya yazdığı ağıtın içimi dağladığı gibi. Vaktimiz dar olduğundan yapamıyorum bunu.. Dönüyoruz. Kalbim ağrıyor. Çok yorulduğumu hissediyorum. İnsan görünümündeki bu millet, bu kadar nasıl firavunlaşabilir. Aynı ırk nerdeyse aynı dil ve aynı görüntü… Neden neden… Bu kadar kötü olmak gerek anlayabilmek için. Bu insan bozması mahlukları anlayamadığım için sessizce Allah' a teşekkür ediyorum.…

italya