Saturday, November 1, 2008

HÜZÜNLER ÜLKESİ BOSNA




Yıllardır merak ettiğim, okul yıllarındaki kahramanım Alija İzzet Begoviç’in diyarına doğru yola çıkıyorum bir Perşembe sabahı. Saat 15.00’de Bosna Havaalanına iniyoruz. Havaalanında bizi Bosna diyanet işleri Türkiye temsilcisi Mirsad Bey karşılıyor. Sarayevo Ilıca semtindeki Bosna oteline eşyalarımızı yerleştiriyoruz. 1 saat sonra Sarayevo`ya doğru yola çıkıyoruz. İlk durağımız Kovaçiç şehitliği; Kahramanımın gömüldüğü yer. Savaşta ölen şehitler için yapılmış, Alija öldüğünde oraya şehitlerin arasına gömülmek istemiş ve kendisi için türbe yapılmamasını ve mezarının üstünün açık olmasını istemiş. Fakat İstanbul Büyükşehir belediyesi, mezarının üzerine yine de hoş bir metalik çatıyla kaplamış. Kabrinin önüne sadece her Bosna şehidin de olduğu gibi bembeyaz minaremsi bir mermer dikilmiş. Mezarı başındaki taşta “Allaha yemin olsun ki asla köle olmayacağız” yazıyor. Mihmandarımız dua ettikten sonra Başçarşı`ya doğru yola çıkıyoruz. Alija ile daha sonra baş başa zaman geçirmek istediğim için yavaş yavaş şehitlikten iniyoruz. Şehitlik içinden küçük ırmaklar geçiyor. Bu sular ülkesine yakışan bir tasarım olmuş diyorum yürürken…




Başçarşı`da gezerken Bursa ya da İstanbul kapalı çarşısında ya da eski Safranbolu çarşısında geziyor gibi oluyorum. Hem dükkânların yapılış biçimi hem yer taşları hem dükkânda satılanlar eski bir Osmanlı Mahallesi gibi. İkindiye doğru çarşıdaki “Cevabzınıca Petica”’da Ćevapčići yiyoruz. Pidemsi bir ekmeğin içine lezzetli köfteler doldurulmuş. Bize yakın bir tat. Ekmek içine doldurulması hem görsel açıdan değişik hem soğumasını engelliyor, çok hoş düşünülmüş. Oradan çıkıp serbest zamanda tekrar Alija’nın yanına çıkıyorum. Sessizce içimden dertleşiyorum “ hayattaki imtihanı zor olanlardan birisin…” onu çok sevdiğimi söyleyip yavaş yavaş Saraybosna’nın üst semtlerine doğru tırmanmaya başlıyorum. Hemen hemen her bir ev nasiplenmiş savaşın çirkin yüzünden delik deşik duvarlar… Ara sokaklar taşlı parke yol. Taşların arasından otlar fırlamış, akşam batarken harika görünüyor... Daracık bir sokak arasında henüz yeni restore edilmiş minicik bir cami görüyoruz. “Džamija Sinan Vojvoda Hatun Porcina Sagradena Srenidam16. Vijela” akşam namazını kılarken inanılmaz bir yağmur bardaktan boşalırcasına yağıyor. Bosna`nın iklimi ilginç. Sabah günlük güneşlik ve acayip sıcakken aniden bir sağanak yağmur başlayabiliyor. Sonrasında tekrar bir sıcaklık ortaya çıkıyor. Camiye demir atıyoruz adeta. Çok az cemaati olduğu için camiler kilitleniyor, dolayısıyla genç imam gelip kapatacağını söylüyor ama sonra yağmurdan dolayı gidemediğimizi gördüğünde istediğimiz kadar kalacağımızı söylüyor. Tekrar Başçarşıya dönüp Gazi Hüsrev camine gidiyoruz. Burası bir medrese ve çarşının tam ortasında bütün güzelliğiyle ayakta duruyor. Yan kapısından çıkıldığında minicik bir çay kafe var. Türk çayı bulunur diye yazılmış. İşleten çok hoş İngilizce konuşabilen tatlı bir hanım. Makbula, kafede 20 gündür Bosna’ya gelmiş bir Türk işçiyle karşılaşıyoruz. Kendini oldukça yalnız hissettiği için “Türk çayı bulunur” levhasını görür görmez girmiş içeri. Bizi görünce mutlu oldu ve bu ülke ile ilgili taze de olsa hissettikleri şeyi anlatmaya başlıyor. Hemen yanı başında savaş gazisi, Makbula`nın dükkân komşusu, Muhammed, resimlerini gösteriyor, savaşta şehit olan abisini de… Yüzünde pırıl pırıl bir ifade var. Sevgili arkadaşım Elif ile bizim için ne kadar değerli olduğunu anlatmaya çalışıyoruz Makbula`nın İngilizceden Boşnakçaya çevirmesiyle.. Muhabbetle bakıyor bize. Tam karşımızda Makedonyalı bir fırıncı, Bosna da yeni bir fırın açmış, üşenmeyip gidip bize açmamsı şeyler pişirip getiriyor. Ayrı yerlerden ama aynı muhabbetle bir araya gelmiş 5 insan. Zamanın nasıl geçtiğinin farkında olmadık. Geç saatte otel Bosna’ya geri dönüyoruz.
Bu sabah yolculuk Srebrenica’ya. Yolumuz önce Zvornik`ten geçiyor. Önceden Boşnaklarında yoğun yaşadığı bir yerken savaş sırasında Sırp belediyesi su ve kanalizasyon borularını söküp getirenlere ödül veriyormuş. Boşnakların büyük bir kısmını yok etmişler. İmamı tüm ailesiyle 1 aylık bebeği de dâhil öldürmüşler. Lasenitza`daki tüm camiler yerle bir edilmiş, temelleri de sökülüyormuş yeri belli olmasın diye... Merkezdeki Hayriye Camii onarılarak tekrar açılmış. Camilerle haçların savaşı var burada diyor mihmandarımız. Müslümanlar savaş sonrası cami yapımına çok ağırlık vermişler ve minarelerin uzunluğu normalden çok daha yüksek. Boşnakların geri dönmesi için çok uğraşılıyor ama katliamın yoğun yapıldığı yerlere geri dönüş çok az ve oralara cami yapımına özellikle dikkat ediliyor. Cami olan bir yerde kendilerini daha güvende hissettikleri için geri dönmeleri daha kolay oluyormuş.



Srebrenisa mezarlığına geliyoruz. Şimdiye kadar DNA testi yapılarak kimliği tesbit edilen kabirlerin sayısı karşılıyor bizi 8932… bu noktalardaki sayı değerleri, her 11 Temmuzda yeni bulunan ceset ya da parçalarla doldurulacak. Her birinin ismi yazılmış ve yarım ay şeklindeki isim lahitinde boşluklar bırakılmış. Şehit mezarlıkları bembeyaz dikdörtgen prizma üstüne üçgen prizma yerleştirilerek dizayn edişmiş bir mezar başlığı konuyor. Yeni bulunanlar yeşil tahtalı. Mezarlığın tam karşısında akü fabrikası var. Savaş sırasında BM askerleri kalıyormuş ve 40 bin mülteciden 10 binini alabileceklerini söylemişler sanki koruyacaklarmış gibi. Diğer 30 binini Sırplar otobüslerle taşıyıp öldürmüş. Tarih 11 Temmuz 1994, kampa tüm şehirlerden akın edip gelen Boşnaklar, kötü bir şeyler sezinleyince çoğu erkek dağlara ölüm yürüyüşüne çıkmış, kadın çocuk yaşlı ve erkeklerin bir kısmı kalmış. 11-14 Temmuz arasında sayılı 10 bin kişiyi öldürüp parçalayıp tecavüz edip, işkenceler yapıyorlar. Akü fabrikasında kısa bir film izliyoruz. Hiçbir kanlı sahne konmamış aşırı dramatize edilmemiş, anlayamıyorum bu kadar zalim nasıl olunur, görevi birinin sabahtan akşama kadar tecavüzcü olabilen kişiler, yeryüzünde insan diye nasıl dolaşır. Filmden kulaklarımda kalan kasap gladiçin kendilerinin videoya ya çektiği bir fragmandan 11 Temmuzdaki şu sözleri “bugün Türklerden (Boşnaklara verdikleri ad) intikam alma günüdür”. 3 gün sonunda kampta güya Boşnakları koruyan hollanda askerleri de kendi can güvenliklerini gerekçe göstererek kamptaki herkesi sırplara teslim ediyorlar. Bu insan bozması yaratıklar da kendi ülkelerinde nişana layık görülüyorlar. Beynim uyuşuyor. Ben Boşnakların bu sakin halini anlayamıyorum ama çaresizlikten mi yoksa yorgunluktan mı böyleler diye düşünürken, fabrikadan çıkınca o mezar taşlarından birine sarılıp, günlerce hüngür hüngür ağlama isteği duyuyorum. Tıpkı o gün bu katliamı TV den duyduğumuzda taksim alanında önceden tasarlanmadan binlerce insanın toplanıp ağladığı gibi. Yolda giderken Nihat Genç’in 7 yaşında tabutunu taşıdığı Nihada’ya yazdığı ağıtın içimi dağladığı gibi. Vaktimiz dar olduğundan yapamıyorum bunu.. Dönüyoruz. Kalbim ağrıyor. Çok yorulduğumu hissediyorum. İnsan görünümündeki bu millet, bu kadar nasıl firavunlaşabilir. Aynı ırk nerdeyse aynı dil ve aynı görüntü… Neden neden… Bu kadar kötü olmak gerek anlayabilmek için. Bu insan bozması mahlukları anlayamadığım için sessizce Allah' a teşekkür ediyorum.…

No comments: